ANKARA - İmralı Heyeti üyesi Faik Özgür Erol, Abdullah Öcalan'ın "demokratik siyaset silahtan güçlüdür" dediğine işaret ederek, "Büyük barış girişimini yeni sözleşmeyle taçlandırmak herkese kazandırır. Bundan sonraki aşamalarda yasal yollar devreye girmeli" dedi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 1 Ekim 2024'te Meclis açılışında Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) milletvekillerinin elini sıkması ve sonrasında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın "umut hakkı"na dair yaptığı açıklamalar sonrası birçok tarihi gelişme yaşandı.
Abdullah Öcalan, 27 Şubat'ta "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" yaptı. PKK de bu çağrı üzerine 5-7 Mayıs tarihlerinde 12. Kongresi’ni topladı ve "çalışmalarını sonlandırma" kararı aldı. Öcalan'ın çağrısı ve PKK'nin kararının yankıları halen devam ederken, uzun yıllardır PKK'yi gerekçe göstererek "güvenlik" politikalarında ısrar eden devlet/iktidarın sürecin gerekliliklerine dair ne tür adımlar atacağı belirsizliğini koruyor.
Meclis'te bir komisyon kurularak, yeni bir anayasa yapılması ve tüm hak/özgürlüklerin güvence altına alınması toplumdaki en büyük beklenti. Abdullah Öcalan da 18 Mayıs'ta İmralı Heyeti ile yaptığı görüşmede, Türk-Kürt ilişkilerinin yeniden inşa edilmesi gerektiğini ve “kardeşlik hukuku üzerinde yeni bir sözleşmeye" ihtiyaç olduğunu vurguladı.
Öcalan, ayrıca "yaptığımız şeyler büyük bir paradigma değişikliğini ifade ediyor" vurgusu yaptı.
İmralı Heyeti'nde yer alan isimlerden birisi olan Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Faik Özgür Erol, Kürt sorunu bağlamındaki tartışmalar ve Öcalan'ın süreç boyunca öne çıkan mesajlarını Mezopotamya Ajansı'na (MA) değerlendirdi.
PKK'nin tarihi kararıyla başlayacak olursak; sonrasında yaptığınız görüşmede Öcalan kararı nasıl karşıladı ve nasıl değerlendirdi?
PKK’nin 12. Kongresi’ni topladığı yönündeki açıklama, Sayın Öcalan’ın "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" ile tanımlanabilecek olan sürecin kritik eşiklerinden birini oluşturuyor. Kongrenin gerçekleştirildiğinin duyurulduğu 9 Mayıs tarihi de 27 Şubat gibi tarihi günlerden biridir artık. PKK yönetimi, sürecin başından bu yana son derece tutarlı bir biçimde Sayın Öcalan’ın yanında durmuştu ve olumsuz şartlara ve sınırlı zamana rağmen kongreyi gerçekleştirdiklerini duyurdular. Sayın Öcalan da çağrısına icabet eden bu tutum için teşekkürlerini iletti ve kongre kararlarını selamladı. Yapılan şeyin büyük bir paradigma değişikliğini ifade ettiğini söyledi.
Öcalan'ın son görüşmede de işaret ettiği paradigma değişikliği sadece PKK'nin fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararıyla mı ilgili?
Bir yönü odur. Hem 52 yıllık pratiği hem de bu pratiğin doğuşuna kaynaklık eden reel sosyalizm geleneğini değerlendirerek varılan kapsamlı sonuçların bir ürünüdür o boyutuyla. PKK’nin reel sosyalizm şartlarında kurulduğunu, Lenin-Stalin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine dayandığını ve ulus-devlet hedefine yöneldiğini belirtti. Sonraki sosyalizm incelemelerinde bunun bir çözüm değil sorun oluşturduğunu fark ettiğinde bu stratejiyi değiştirmeye karar veriyor. Bu fark ediş aslında 90’larda başlıyor. Fakat daha Özal döneminden itibaren atılan adımların tek taraflı kalması, sabote girişimleri vb. nedenlerle bu değişim gerçekleşmedi. 'Tekrar hali' ya da 'kaybet-kaybet çarkı' olarak tanımladığı durum günümüze dek süregeldi. Bugün attığı adımla bu çarka keskin bir müdahalede bulunmuş oldu. Ulusal kurtuluş savaşı stratejisiyle ulus-devlet aygıtına yönelmek yerine, sosyalizmin ulus anlayışının ancak demokratik ulus olabileceği sonucuna ulaşıyor. Bu değişimin paradigmal değeri sadece Kürtler için değil, tüm ezilen halklar için önerilen bir siyaset stratejisi olmasındadır. Bu değişimin gerçekleştiği noktada yöntem olarak silahlı mücadelenin de terk edilmesi gerekiyordu. Bunların tümüne bir nevi Kürt demokratizasyonu diyebileceğimizi düşünüyorum.
Meselenin diğer yönü ise, devlet yönetiminde ve Türk-Kürt ilişkilerinde yaşanabilecek paradigma değişikliğidir. 1920’lerde cumhuriyet sistemine geçiş önemli bir hamleydi. Fakat üzerine o kadar titrenen cumhuriyet demokrasiyle buluşamadı. Bu süreci Sayın Öcalan “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” olarak tabir ediyor. İnkar siyasetinden köklü bir biçimde uzaklaşmak, Türk'ü, Kürt'ü, tüm toplumsal kesimleri birlikte ve eş değerde anabilmek, demokratik siyaset ve hukuk alanının buna göre yenilenmesi elbette ki Türkiye açısından bir paradigma değişikliğini ortaya koyar.
Paradigma değişikliği söylemine eşlik eden "demokratik toplum" kavramı neyi ifade ediyor?
Çağrıdaki "demokratik toplum" vurgusu, az önce anlattığım küresel ve evrensel ilkenin sonucudur. Şiddeti dışlayan, demokrasiye dayalı bir toplum ve siyaset programını ifade eder. Toplumun yasal ve sivil toplum düzleminde demokratik birlikler halinde örgütlenebilmesini, toplumu oluşturan tüm kesimlerin bu biçimde bir arada etkinleşebilmesini tarif ettiğini düşünüyorum. Bu düzlemde devletin demokrasiye alan tanıması, demokratik toplumu sınırlamaması ya da engellememesi gerekir. Devletten beklenti bu olabilir.
Demokratik toplum tezi, hep birlikte nasıl var olabileceğimizin sorusuna yanıt olma iddiasını taşıyor.
Demokratik toplum önermesinin yaşadığımız sorunlar karşısında şöyle bir çözüm önerisi olduğunu düşünüyorum; 20. yüzyılın başından itibaren tüm ulusal-etnik çatışmaların kendi kaderini tayin hakkı temelinde çözümlenmesinin bir ulus-devlete dönüşme zorunluluğunu içerdiği düşünüldü. Pek çok ulus bu yolu izledi. Günümüzde sanırım 180 civarında ulus-devlet var. Fakat ayrı ulus-devletler halinde, sınırlar çizilerek oluşturulan statülerin uluslar ya da topluluklar arasındaki sorunları sonlandırmadığı da görüldü. Böyle onlarca örnek sayabiliriz. Hatta günümüzdeki çatışma ve savaşların büyük bir kısmının etnik, dini ya da mezhebi uyuşmazlıklara dayandığını görebiliyoruz. Bu sorunun en yakıcı yaşandığı bölgenin Ortadoğu olduğunu da biliyoruz.
Ortadoğu'da karşılaştığımız türden ulusal ya da dini çatışmalara taraf olmak yerine çözümcül ve demokratik bir yanıt geliştirme zorunluluğu var. Yanıt, birbirimizi öldürmeden nasıl bir arada yaşayabileceğimizi tarif etmelidir. Birbirimizi katletmeden ve birbirimize saldırmadan. Ve başka bir grubun varlığını kendi varlığınıza bir tehdit olarak görmeden. Ya da kendinizi diğerlerinden üstün hissetmeden. Tepkimiz bu olmalı. Bu sadece Kürtler ve Türkler, Kürtler ve Araplar, Türkler ve Farslar ya da Azeriler ve Ermeniler ile ilgili değil. Bu her yerde geçerli, hep birlikte nasıl var olabileceğimizin sorusu. Demokratik toplum tezi, bu soruya yanıt olma iddiasını taşıyor.
Çağrı ve sonrasında verilen mesajlarda "demokratik sosyalizm" vurgusu da öne çıktı. Bu vurguyla siyasal ve toplumsal neyi hedeflediğini düşünüyorsunuz?
Sosyalizm konusundaki tutumunu anlatırken (Öcalan), "Reel sosyalizmin çözüldüğü yıl, sanırım 1990’dı, ben daha o yıl sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır demiştim, hatta bu bir kitaba da dönüştü" diyordu. Yani çoğu insanın sosyalist ütopyanın başarısızlığına ve yenilgisine işaret ettiği bir ortamda toplumculuğu 'insan oluşla' sıkı sıkıya ilişkilendiriyordu. Bu yaklaşım, sonraki yıllarda devlet ve iktidar odaklı reel sosyalizm tarzının eleştirisi ile derinleşerek gelişmeye devam etti.
Pratikte sosyalist iktidarların genellikle savaş ve kriz ortamlarını değerlendirerek, iktidarı devralma biçiminin sosyalist bir ilke olarak değerlendirilemeyeceğini düşünüyor. Savaş ve kriz ortamında, çatlaklardan yararlanarak doğan sosyalist devletlerin kendileri de kriz ürettiler ve iktidar/devlet odaklı sosyalizm anlayışı toplumsallaşamadı. Sadece devleti esas alan bir demokratik sistem ya da sosyalist sistem de başarısız olacaktır. Dolayısıyla sosyalizm ve demokrasi devletten başlamayacak; tabandan, toplumdan başlayacak ve er ya da geç devleti de demokratize edecektir. Eğer toplumla başlamazsanız, çabalarınız eninde sonunda başarısız olacaktır. Özellikle de Ortadoğu'da.
Öcalan'a göre demokrasiyi içermeyen bir sosyalizm var olamaz. Öcalan, ilk enternasyonale demokratik sosyalizm ekseninde bir çağrı yapmayı düşünüyor.
Öcalan’a göre demokrasiyi içermeyen bir sosyalizm var olamaz. Sadece sosyalist bir sistem de değil, ne tür bir sistem yaratmak isterseniz isteyin -bu İslamcı bir sistem, liberal bir sistem ya da ulus-devlet sistemi olabilir- eğer işleyen bir sistem oluşturmak istiyorsanız, bu sistem demokrasiyi içermelidir. Demokrasinin olmadığı bir sistem var olamaz.
En fazla heyecanı demokrasi meselesinde duyduğunu söylemişti. 'Halka demokrasi vaadi, kadınlara özgürlük vaadi inanılmaz değerlidir' diyordu. Kapitalist sistemde kötülükler sınırsız hale gelmiş durumda. İnsanın ufku yerle bir edilmiş, yerin altı ve yerin üstü korkunç tahrip edilmiş. Buna karşı 'umudun kapısını aralıyoruz, açıyoruz' diyordu. Öcalan’ın sadece Ortadoğu ile sınırlandırılmayacak bir toplumculuk perspektifi olduğunu da söyleyebiliriz. Hatta 21'nci yüzyılın ilk enternasyonaline demokratik sosyalizm ekseninde bir çağrı yaparak, uluslararası alandaki sosyalistleri, komünarları ve aktivistleri bu tezler üzerine tartışmaya davet etmeyi düşünüyor.
Öcalan son görüşmesinde Kürt-Türk ilişkilerine işaret ederek, “Bu ilişkiyi bozan tuzakları, mayınları tek tek temizliyoruz, bozulan yolları, köprüleri onarıyoruz” mesajı verdi. Yaptığı çağrıyı da bu mesaj bağlamında değerlendirebilir miyiz?
"Savaşın ideolojisi, savaşın teknolojisi devletin ve toplumun altını oyuyor. Biz bunu keserek ekonomik, kültürel ve sosyal gelişmeye aktarıyoruz. En güçlü kardeşlik eylemi budur" demişti. Sayın Öcalan, bu dediklerini hayata geçiriyor. Karar verdi, çağrısını yaptı, silah işinin ve savaşın sonlandırıldığını ilan etti. Bu, bozulan ilişkinin tamiri yolunda en önemli ilk adımdı. Fakat bununla bitmiyor mesele. Bu ilişkide Kürt'e bakış açısında bozulan şeylerin de düzeltilmesi gerek. Halen bazılarının dillendirdiği “Kürt'ün hakkı yok” söylemi, zihin altındaki “Kürt yok” kutsal inkâr ilkesinin güncellenmesinden ibarettir.
Kürt siyasetçilerin söylemlerinden art niyetli bir tarzda alt metin okuması yapmaya çalışanların sözleri, aşamadıkları bu dogmadan besleniyor. Belirli bir çevrede Kürt meselesinin Türkiye’nin beka sorunu olarak ele alındığını biliyoruz. Burada sebep ve sonuç ilişkisindeki hatalı yerleştirmeyi artık değiştirebilmeliyiz. Meseleyi beka sorunu haline getiren şey Kürt'ün varlığı ve kimliği değildi, bunun keskin bir şekilde inkar edilmesiydi.
Karşılıklı olarak derinleşmiş ön yargılar, hassasiyetler, kaygıların ne kadar çok olduğunun bilincinde hareket etmek zorundayız. Karşılıklı olarak irite eden, hırs ve hınç yüklü dil aşılmaya çalışılan ilk büyük tuzağı oluşturuyor diye düşünüyorum. Hepimizin kullandığı dilde saygı ve sevgi sınırlarını giderek genişletme sorumluluğumuz var. Barış süreciyle yapılan şeyin "düşmanların anlaşması" olmadığını, "kardeşliğin ilerletilmesi" olduğunu ifade ediyordu. Birinin yekdiğerine güvenmenin ilk yolu özgüvenini güçlü inşa etmekten geçer.
Toplum zihninde kutuplaşan ve yarılan mesafeleri kapatacak dilin iktidar ve tüm siyaset cenahınca kurulabilmesi büyük önem taşıyor. Hepimizin hayatını zenginleştirecek olan demokratik ve hukuki adımlar, birinin bardağındaki suyu ya da sofrasındaki ekmeği alıp diğerine vermek gibi anlaşılmamalıdır. Haklarımızın eşit tesisi, toplumsal taleplerimizin dile geleceği demokratik siyasi zeminin inşası, herkesin zenginleşmesini ifade eder. Siyasete de sivil topluma da hepimize de düşen; bıkmadan ve usanmadan barışın hepimize kazandıracağını anlatmaktır.
Abdullah Öcalan her değerlendirmesinde demokratik siyasete vurgu yapıyor. Son görüşmede de bu konu öne çıktı. Öcalan'ın demokratik siyasete bu kadar vurgu yapmasından neden nedir?
Demokratik siyasetin güçlendirmesi bu sürecin amaçlarından birisidir. Başarılı olursa demokrasi güçlenecek, demokratik cumhuriyet pratikleşecektir.
Demokratik siyasetin güçlendirilmesi bu sürecin en önemli amaçlarından biridir diyebiliriz. "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı", tek bir partiye ya da siyasi-toplumsal gruba yönelmiş bir çağrı değildir. Dar partisel, grupsal çıkarlara kazandırmayı dert edinemez. Buradaki dert, Türkiye demokrasisini güçlendirmektir. Başarılı olursa demokrasi güçlenecek, demokratik cumhuriyet pratikleşecektir. Anayasanın ikinci maddesindeki 'demokratik' ilkesi belki de ilk kez gerçek anlamıyla işlevsel hale gelecektir. Bunun nesine karşı çıkılacak? Kürt meselesi bu haliyle durdukça devletin demokratikleşmediğini hemen her süreçte ve her olayda deneyimledik. Demokrasi olmadan ne laiklik ne de hukuk işleyebilir.
Carl von Clausewitz'in sözü vardı; "Savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir" diyordu. Sayın Öcalan da diyor ki "siyasetin demokratik uygulaması askeri çatışmaları önler ya da sonlandırır." Ama bunun için demagojiye dönüşmemiş bir siyaset gerekli. Demokratik siyaset tanımlamasının işlevselliği, söz ve retoriğin gücünü toplumsal sorunların çözümüne odaklayan, demagojiden arınmış bir siyaseti tarif etmesindedir.
Bu noktada, sürecin aktörlerinden biri olan DEM Parti'ye nasıl bir rol yüklüyor?
Paradigma değişikliğini ilk elden anlama ve anlatma sorumluluğunun en fazla DEM Parti’ye ait olduğunu düşünüyor. Demokratik siyaset ve demokratik toplum stratejisinin ana yürütücü gücünün DEM Parti olacağı anlaşılıyor. Demokratik toplum ve barış süreci DEM Parti için de büyük bir fırsat aslında. Kendisine dönük toplumsal, siyasal ve hukuksal ön yargılı yaklaşımların aşılabileceği bir süreçten geçiyoruz. Bunun parti cephesinde de doğru bir program ve yaklaşıma kavuşturulabilmesi için parti kurullarının tartışıp uygun göreceği bir usulle bir yeniden yapılanma sürecinin gündeme gelebileceğini düşünüyor ve öneriyor.
DEM Parti’nin gerçek bir "3. Yol" siyasi çizgisi olarak, demokratik sosyalist bir parti olarak Türkiye’deki tüm kesimleri kapsayabilecek niteliksel bir sıçrama yapma potansiyeli var. Demokratik cumhuriyet karakterinde bir oluşum olarak tabanını genişletmeyi, çözüm yollarını genişletmeyi öneriyor. Siyasette, halkta, sokakta ciddi bir alt üst oluş yaşanıyor. Doğrular zor doğar ve bu değişimin özünü doğru anlama zorunluluğu var. Halklara, topluma saygının gereği böyledir. İşsizliğe, ekonomiye, göçlere bağlı sorunlar dağ gibi, sorunlu olmayan bir mahalle, bir köy, hatta aile çok az neredeyse. Böylesi bir duruma göstermelik, durumu kurtaran bir yaklaşımla cevap olunamayacağını düşünüyor.
Öcalan'ın çağrısı sadece Kürdistan ve Türkiye'de değil, tüm Ortadoğu'da geniş yankı uyandırdı. Bu çağrı ve sonrasında yaşanan gelişmelerin Ortadoğu açısından önemi nedir?
Ortadoğu’da geçtiğimiz yüzyılın başında oluşan statükonun değiştiği çok açık. Barış adına atılacak tüm adımlarda son siyasi gelişmelerin de göz önünde bulundurulması gerekiyor. Şimdi Ortadoğu’da bir Halepçe daha, bir Şengal daha, bir Gazze daha, bir Lazkiye-Tartus daha yaşanmamasını sağlamak gibi hayati bir öncelik var. Bunun yolu televizyonlarda bazı yorumcuların yaptığı gibi elinde sopayla haritaların, şehirlerin, bölgelerin üzerine çizgi çekilerek, renkleri değiştirilerek olmaz. Bu yaklaşım, o şehirlerde, o bölgelerde yaşayan insanları ve canlıları umursamaz. Çünkü o haritalarda o insanlar görünmez. Söz konusu olan sadece Kürtlerin güvenliği sorunu da değildir; Nusayrilerin, Êzidîlerin, Türkmenlerin de güvenceye alınması, kurumsal tedbirlere bağlanması gereken sorunları var.
Kürtlerin, Ortadoğu’nun krizli ortamında stratejik bir pozisyonda oldukları açık. Türkiye’de yürütülen barış süreci, Ortadoğu konjonktüründe geliştirilmeye çalışılan türden hegemonik bir ilişki biçimi değil, her şeyden önce moral değerler üzerine kurulan bir süreç ve ilişki biçimidir. Ve bu özelliği nedeniyle bölgede kurulan, kurulacak tüm ilişkilere modellik edebilir. Barış sürecinin, az önce andığımız kötü olayların, kötü ihtimallerin tümünün önüne geçme gücü ve yeteneği var. Büyük bölgesel değeri buradadır. Bölge barışına inanılmaz rahatlık getirebilir.
Çağrı ve kongre kararlarının ardından gözler devlet/iktidara çevrildi. Ancak sürecin siyasi ve hukuki boyutlarına dair henüz bir adım atılmadı. Süreç böyle ilerleyebilir mi?
Sayın Öcalan şu ana kadarki süreci herhangi bir dış dayatma olmaksızın tek taraflı bir inisiyatif, tek taraflı bir irade beyanı olarak örgütledi. Bunun anlaşılması önemlidir. Bu inisiyatifin bu dönemde geliştirilmesinin öznel ve nesnel nedenleri elbette vardı. Hakeza devleti de örgütü de göz ardı etmeyen bir tartışma yürüttü. Fakat temelde çok uzun yıllardır gerçekleşmesi gerektiğini düşündüğü stratejik bir dönüşümü, aynı zamanda ciddi ve kapsamlı bir barış hamlesine dönüştürdü. "Demokratik siyaset ve hukuk silahtan güçlüdür" dedi. Geldiğimiz noktada bu sözün gücünü ve kıymetini iyi fark etmeliyiz.
Bundan sonraki aşamalarının tek taraflı beyan ve adımlarla yürütülebilmesi gerçekçi ve olağan değil. Yasal yollar devreye girmeli.
Bununla birlikte sürecin bundan sonraki aşamalarının tek taraflı beyan ve adımlarla yürütülebilmesi gerçekçi ve olağan değil. Şu ana kadarki aşamaya belki ön görüşmeler aşaması denilebilir. Bundan sonrası için müzakere biçimli bir ilerleme sürecini gerekli görüyor. Demokratik siyaset hakkının kamilen tanınmasını da. Toplumun, halkın siyaset alanının açık olması ve bunun da hukuk çerçevesiyle korumaya alınması gerektiğini düşünüyor, yani demokratik siyaset hakkının yasalara yansıması gerekiyor. Elindeki silahı bırakanların bundan böyle yasalara güvenebilmesi gerektiğini söylüyor. Zaten yasal düzenleme olmazsa silah bırakanlar nereye ve nasıl gelebilir? Kapsayıcı bir yasal yolun devreye girmesi gerek.
Ele alınan her konu için stratejik bir özgürleştirme ve demokrasi ilkesinde hemfikir olmaya ihtiyacımız var. Şimdiye kadar ki gelişmeler pozitif bir sürece doğru evrildi, elbette zaman da gerekli, bundan sonrası için hep birlikte sabır ve olgunlukla hareket etmeli. Umudu ve morali yüksek tutmalıyız.
Öcalan'ın çalışma koşullarının düzeltilmesine dönük çağrılar sürüyor. Bu konuda atılmış herhangi bir adım ya da gelişme var mı?
İmralı’daki yaşam, çalışma ve dışarı ile iletişim şartlarının değişmesi gereksinimi bu sürece dahil olan hemen hepimizin başından beri ısrarla vurguladığı bir husus. Bu konuda nispi iyileştirmeler var ancak ciddi bir değişim gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Şimdiye kadar sınırlı koşullarda Sayın Öcalan’ın oynadığı rol ortada. Çağrı yapıldı, kongre gerçekleşti ve sadece Türkiye’nin değil uluslararası gündemin de dikkatle izlenen konularından biri haline geldi. Fakat asıl oynayacağı rolün önemi şimdi başlıyor. Az önce bahsettiğimiz Türk-Kürt ilişkilerindeki mayın ve tuzakların temizlenmesi, köprülerin onarılması işinin salimen gerçekleştirilebilmesi için kendini ifade edebilmesi, hem Kürt hem Türk sosyalitesine hitap edebilecek ve erişebilecek şartlarının oluşması gerek.
Son ziyaretinizin ardından Abdullah Öcalan’ın mesajında “Kardeşlik hukuku üzerinde bir yeni sözleşmeye ihtiyaç var” vurgusu vardı. Öcalan "yeni sözleşmeyi" nelerle temellendiriyor?
İmralı’da geliştirdiği süreç ve bu doğrultuda yaptığı görüşmelerde birkaç kez norm-devletini esas aldığını söyledi. Norma ve hukuka bağlı güçleri tarifliyor böyle demekle. Fakat bir de norm-dışı güçler var. Bunun her yapıda olabildiğini, kendini şu ya da bu gerekçeyle normla, yasayla bağlı hissetmeksizin hareket edebilen güçleri kastettiğini söylüyor. Bugüne kadar gerçekleşen barış girişimlerinin büyük oranda bu norm-dışı güçlerin sabotajıyla sonlandırıldığını söylüyor. Bugünkü sürecin de benzer akıbete uğramaması adına meselenin yasal, demokratik hukuk boyutuyla güvenceye alınmasının çok önemli olduğunu düşünüyor. Bir yönü budur.
Diğer yönüyle ise "kardeşlik" olarak tanımlanan Türk-Kürt ilişkilerinin stratejik bir ilişki olduğuna vurgu yapıyor. Stratejik ilişki, günü birlik çıkarlar, dönemsel hevesler ya da duygusal bağlarla tek başına üretilemeyecek türden bir ilişkidir. Kendisini en fazla kritik ve krizli anlarda gösterir. Şimdi böyle bir ilişkiye sahip isek kendin için istediğin yasal güvenceleri kardeşin için neden istemeyesin ki? Sen kardeşimsin, kardeşler uzun süre küs kalmaz, barışalım ama ben senin adını yazmamaya, söylememeye devam edeceğim! Böyle olur mu? Bu büyük barış girişimini yeni bir kardeşlik sözleşmesiyle taçlandırmak herkese kazandırır.
Süreç karşıtı bir medya grubu da gündemde. Bu konu hiç görüşmelerde gündeme geliyor mu?
Genel olarak değerlendirmelerindeki pozitif ve umutlu temayı gölgelemiyordu. Ancak medyada gelişen süreci niyet okumalarıyla yorumlayan, barışmak yerine teslimiyet ya da savaş nidaları atan yaklaşımlara eleştireldi. Bunları, karşıtlığı canlı tutma, hatta daha da derinleştirme çabaları olarak yorumluyor. Bu dilin, sürecin önündeki önemli tuzaklardan biri olduğunu düşünüyor. Açıkçası bu tip yaklaşımlar kendi tarihselliğine de toplumsallığına da yabancılaşmış bir durumda. M. Kemal’in Anzaklarla kurduğu ilişki böyle miydi? Savaşmak için bu topraklara binlerce kilometre uzaklardan gelip hayatını kaybedenlere gösterdiği yaklaşımla şimdi bu çevrelerin sergilediği tutum arasında benzerlik var mı? Mesele sadece en büyük savaşı verebilmekte değildir ki, en büyük barışı yapabilme kudretidir gerçek liderlik. Ama şimdi çıkıyorlar 'Yok bitirecektik, yok ölüyü dirilttiler, hayır barış olmayacak” Ne yapsın bu insanlar? Bir elli yıl daha mı savaşsınlar? Böyle hırs ve kin yüklü bir dilin bu topraklara hakikaten ne faydası olabilir? Bu meseleye dahil olan her kesim için geçerlidir. Savaşarak, vurarak kazanacağını düşünebilirsin fakat tarihin bu anında ve coğrafyanın bu kesitinde Pirus zaferinden öteye gitmez. Yerel tarihimiz bunun acı deneyimleriyle yüklüdür. Kaybet-kaybet siyasetinden ibarettir ve büyük bir tuzaktır. Böylesi putlaştırılmış yollar ve dogmalardan uzak durmak zorundayız.
Karşıtlığın aksine sürece büyük bir destek söz konusu. Özellikle sivil toplum örgütlerinde. Sivil topluma bu süreçte nasıl bir rol düşüyor?
Elbette sabote edici ve kışkırtıcı dilin aksine sivil toplum ve siyaset düzleminde pozitif ve çözümleyici söylemler geliştiğini görebiliyoruz. Özellikle sevgili Sırrı Süreyya’nın rahatsızlık döneminde bu toprakların ortak aklına, yüreğine, kültürüne tanıklık ettik. Yaşamında olduğu gibi vedasında da bizi birleştirdi. Milliyetçilerin kan vermeye geldiğini de gördük, muhafazakârların ve Atatürkçülerin yan yana yas tuttuklarını da. Kürtler zaten her gün oradaydı.
Eşsiz olanaklar sunan bir dönemden geçiyoruz. Atılacak her adım toplumdaki güven boşluğunu dolduracaktır. Bir arada yaşayabilecek sosyal bir doku ancak güven üzerine kurulabilir.
Sivil toplumda yüzden fazla Kürt sivil toplum örgütünün sürece destek veren açıklamaları önemliydi. Batıda da sivil toplum etkinliklerinin giderek geliştiğini biliyoruz. Kimseyi dışlamayacak, herkesin dahil olabileceği bir süreç örme zorunluluğu var. Toplumsal ve siyasi desteği, meşruiyeti en fazla geliştirecek olan da kuşkusuz TBMM’nin alacağı inisiyatif ve oluşturacağı komisyonla gerçekleşecek gibi görünüyor. Sayın Erdoğan ve Sayın Bahçeli’nin sürece dönük sahiplenen tutumu, Sayın Özel’in yapıcı ve çözümcül önerileri, diğer siyasi partilerin pozitif tutumlarıyla birleştiğinde, TBMM Başkanlığı’nın öncülük edeceği bir komisyon çalışmasının sürecin önünü açmada tarihi bir rol oynayacağını düşünüyorum.
Zihni ve iradeyi güçlendiren, eşsiz olanaklar sunan bir dönemden geçiyoruz. Bundan sonra atılacak her adım toplumun haleti ruhiyesindeki güven boşluğunu dolduracaktır. Bir arada yaşayabilecek, karşılıklı ilişki ve işbirliğini geliştirecek sosyal bir doku ancak güven üzerine kurulabilir. Şu yeni tip ırkçılığın beslendiği bataklık zemin ancak böyle bir yoğun çabayla kurutulabilir. Uzun ömürlü ahlaki değerler ve stratejiler, politik ortaklıklar kurmak zorundayız. Hiçbir kimlik ve statünün ne üstünlüğe ne eziyete dönüştürülmesine izin verilmemelidir.
Tüm yaşadıklarımız bizden sonraki kuşaklarımıza sadece neyin nasıl yapılması gerektiği değil, neyin nasıl yapılmaması gerektiğine dair de açık bir fikir verecektir. Sevgili Sırrı Süreyya Önder’in her fırsatta dediği gibi "Barışın kaybedeni olmaz." Eminim, bu süreç hepimize kazandıracak ve yaşatacak.
MA / Selman Güzelyüz